ÇİLEHANE
ÇİLEHANE
 

 

 

            ÇİLE: Izdırap veren hal, zahmet, meşakkat, eziyet. Dervişlerin tasavvufta, ahlâkın tezkiyesi ve vicdanın tasfiyesi için kırk gün kırk gece ibadet ederek nefsi terbiye etme işi.

            Çile, tarikata girenin, hata sonucu olsun, olmasın ahlâkının güzelleşmesi ve gönlünün cilâlanması için, tekkelerde konulmuş olan bir çeşit uygulamadır. Gereğine göre üç, kırk, bin bir gün devam edeni vardır. Çile çekilen yere çilehâne adı verilir. Kelimenin lügat manası ise; kırk gün kırk gece temiz ve kimsenin gelip de insanı rahatsız etmeyeceği bir yere çekilip ibadet etmektir.

HALVET: Arapça bir kelime olan halvet, tenha, tenhaya çekilme, yalnızlık ve yalnız kalma anlamlarına gelir.

Tasavvufî bir ıstılah olarak halvet, Hak ile gizli konuşmak şeklinde tanımlanabilir. Sofiyyede halvet ise, şeyhin emir ve tensibi ile müridin karanlık ve dar bir hücreye çekilip ibâdet, riyazet, murakabe, zikir ve fikirle vakit geçirmesi yerinde kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte tekkelerde halvet, genellikle kırk gün sürdüğü için buna "erbain çıkarmak" da denir.

            İslam’a mal edilmiş bidatlerden bir tanesi de dünyadan elini eteğini çekerek tekke ve zaviye gibi yerlerde, terbiye etmek için nefsini aç bırakmak ve tamamen ibadete yönelmektir.

            Bu hususta değerlendirme yaparken yine Resulullah (s.a.v.) ve ashabının uygulamalarına dikkat etmemiz gerekiyor.

            Öncelikle şunu belirtelim ki: Peygamberimiz hiçbir zaman dünyadan tümüyle elini eteğini çekerek tamamen ibadet ile meşgul olmadığı gibi çile hane türü yerlerde nefis terbiyesi yapmamıştır. O hayatın her safhasında mücadele etmiş ve hayatın içinde kalarak davasını yürütmüştür. Gerektiğinde bir öğretmen, gerektiğinde bir komutan ve gerektiğinde de bir aile reisi olmuştur.

            Peygamberimiz hayatın her alanında yaptığı mücadeleler ile 23 yıllık bir zaman diliminde mükemmel bir sistemi yerleştirmiş ve önü alınması zor bir güç haline getirmiştir.

            Cenab-ı Hak (c.c.) kullarından dünya meşguliyetlerini hepten bırakmalarını istememiştir. Cenab-ı Hak’ın (c.c.) istediği  O’nun koymuş olduğu kurallar çerçevesinde hayatın içinde yer almak ancak dünya sevgisini kalbe sokmamaktır. Dünya ahiretin tarlasıdır. Ahireti kazanmak için bir şekilde dünya hayatı içerisinde mücadele etmek gerekir. Bir insanın toplumdan uzaklaşarak dağ başında tek başına  bütün günahlardan kendini muhafaza etmesi mümkündür. Ancak asıl kulluk toplum içinde bulunup, insanlarla ilişkilerde, alış verişte, inandığını tebliğde ve hepsinden önemlisi Allah’a isyan içerisinde yaşanılan bir yerde bulunuyorsa; şirk ve tağut ile mücadele etme hususundaki davranışlarıyla ortaya çıkacaktır.

            İslam’ın emirlerindenmiş gibi yerleşen bu çile hane ve halvet anlayışı nedeniyle Müslümanlar dünyadan elini eteğini çekmeyi kulluğun zirvesindeki bir davranış olarak algılamışlardır. Bu anlayış nedeniyle beşeri ilimlerin gerisinde kalan Müslümanlar kafirler karşısındaki gücünü yitirerek İslam’ın hakim olduğu düzenlerini de kaybetmişlerdir.

            Oysa müminler hem şer’i ve hem de beşeri ilimleri tahsil ederek dünya düzeni içerisindeki yerlerini muhafaza etselerdi güçlerini kaybetmezlerdi. Her mühendis, araştırma yapan bilim adamı yaptıkları çalışmanın Müslümanlara fayda sağlaması ve İslam’a hizmet amacıyla yapıldığında aslında  ahiret için de yapılmış çalışmalar olduğunu bilselerdi. Müslümanlar bu günkü durumlara düşmezlerdi.

            Bu günkü şartlarda  İslam’a yapılabilecek en güzel hizmetler: bilim adamı yetiştirmek, çağın en ileri teknolojisini kazanarak düşmanın hile, desise ve saldırılarına karşı en son sistem silahları yapabilmektir. Çünkü Müslümanlar canına, imanına, namusuna ve ırzına yapılan bütün tacizlere rağmen kafirler karşısındaki  güçsüzlüğü nedeniyle yaşanan acılara engel olamamaktadır.

            Müslümanlar canını, imanını, namusunu ve ırzını korumak istiyorsa dünya hayatının her alanında müdahil olmalı ancak dünya sevgisini kalbine sokmamalıdır.

            Riyazat ve çile hane  anlayışıyla hareket edenler Ashab-ı Suffe’nin yolundan gittiklerini düşünmüşler ve aşağıdaki ayeti delil kabul etmişlerdir.

 

وَلَاتَطْرُدِ الَّذينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدوةِ وَالْعَشِىِّ يُريدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَىْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَىْءٍ

“Sabah akşam Rablerine, sırf Onun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma. Ne sen onlardan, ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki o biçareleri kovup da zalimlerden olasın.”[1]

      İlk Müslüman cemaat arasında Habbab, Bilal, Ammar, Suheyb (r.a) gibi köleler ve fakirler vardı. Kureyşin ileri gelenleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’e: "Ne o, kavmine bedel bunlara mı razı oldun? " Biz onların mı peşinden gideceğiz! Onları yanından uzaklaştırsan belki biz de sana tabi olabiliriz" demeleri üzerine bu ayetler inmiştir.

وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدوةِ وَالْعَشِىِّ يُريدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُريدُ زينَةَ الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَلَا  تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَويهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا

“Rablerine, sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için, sabah akşam yalvaranlarla beraber, sıkıntılara karşı candan sabret.  Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerini onlardan başkasına çevirme.  Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine tabi olan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme.” [2]

 

Kureyş eşrafının Hz. Peygamber (a.s) a: "Biz sana geleceğimiz vakit fakirleri yanından çıkar" demeleri vesilesi ile nazil olmuştur. 

Öncelikle bu fakir Ashab-ı Suffe’yi tanıyalım: Müslümanlar Medine’ye hicret etmiş, ensar olarak isimlendirilen Medine halkı onları bağrına basıp, her şeylerine ortak etmişlerdi. Muhacirlerden bazıları da geçimlerini temin edecek kazanç yolları bulmuşlardı. Kimisi de yiyecek ve mesken temini için bir kazanç yolu bulamamıştı. Resulullah (s.a.v.) onları mescidindeki bir yerde topladı. Mescidindeki bir gölgelikten ibaret olan bu yere Suffe  burada bulunanlara da Ashab-ı Suffe denmiştir. Hiçbir malı ve kimsesi bulunmayan insanlar buraya sığınmışlardı. Resulullah (s.a.v.) insanları onlara yardım etmeye teşvik ediyordu.

            Allah’ın şu ayetleri onlar hakkında nazil olmuştur:

لِلْفُقَرَاءِ الَّذينَ اُحْصِرُوا فى سَبيلِ اللّهِ لَا يَسْتَطيعُونَ ضَرْبًا فِى الْاَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ اَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسيميهُمْ لَا يَسَْلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًا وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّهَ بِه عَليمٌ

“Bu yardımlar, kendilerini Allah yoluna vakfeden yoksullar içindir.  Bunlar yeryüzünde dolaşma imkânı bulamazlar.  Halktan istemekten geri durmaları sebebiyle, onların gerçek hallerini bilmeyen kimse, onları zengin sanır.  Ey Resûlüm, sen onları simâlarından tanırsın.  Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.  Hem hayır adına her ne verirseniz mutlaka Allah onu bilir.”[3]

لِلْفُقَرَاءِ الْمُهَاجِرينَ الَّذينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَاَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنْصُرُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ اُولئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

“Allah’ın nasib ettiği bu ganimet malları o hicret eden fakirlere aittir ki, onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını taleb etmek, Allah’ın dinine ve Resûlüne destek vermek için yurtlarından ve mallarından edildiler.  İşte imanlarında sadık ve samimi olanlar ancak onlardır.”[4]

            Yine konumuzla alakalı başka bir hadiste şöyle geçiyor:

Osman b. Ma’zun’un hanımı Havle binti Hakîm idi. Bu kadın bir gün Hz. Âişe’ye giderek kocasını şikayet etti. O da bunu Hz. Peygamber’e haber verdi. Hz. Peygamber Osman b. Ma’zun’u çağırtarak ona şunları söylediler: “Ey Osman! Ruhbanlık bizlere farz kılınmamıştır. Sen bana bakmaz mısın? Bende senin için güzel bir örnek yok mudur? Yemin ederim ki ben hepinizden daha fazla Allah’tan korkarım ve yine O’nun koymuş olduğu sınırlara hepinizden daha çok riâyet ederim” [5] 

Peygamberimizin peygamberlikten önce Hira mağarasında halvete çekilmesini örnek almak ve Ashab-ı Suffe’nin mescitteki halvetlerini örnek almak ne derece doğru olabilir ki? Bir kere Peygamberlikten önceki haller peygamberimizin sünneti olamaz çünkü efendimizin sünneti İslam şeriatının yerleşmesi sürecinde şekil kazanmıştır. Ashab-ı Suffe ise böyle bir hayat tarzını yurtlarından çıkarıldıkları ve mecbur kaldıkları için tercih etmek zorunda kalmışlardır. Peygamberimizin vefatından sonra bu hallerine devam etmemişlerdir.

Hint kökenli inanışların etkisiyle dinimize bulaştırılan bu davranışlar Kur’an ve sünnet ile belirlenen nefsi terbiye metotlarını yeterli bulmayan bidatçiler tarafından icat edilmiştir.

            İslam’da halvete çekilerek Allah’ın kapısında münacatta bulunmak, zikir ve tefekkürde bulunarak tabiri caiz ise bu kapıyı defalarca çalmak suretiyle ondan mağfiret talep etmek için bir mescide girerek dünya ile bağlantıyı kesip, tamamen Allah’a ibadete yönelmek ancak ramazan ayının son günün de yapılır ve buna itikaf adı verilir ki; bu sünnettir.

            İslam dini bir bütün olarak mü’minin hayat biçimi, şeytanla ve nefisle mücadelede nasıl hareket edilmesi gerektiği hususunda yeterli ölçüleri koymuştur.

            Güya bu tip inanışlarla dünyaya gönül bağlamamaktadır. Kafirler ve İslam düşmanları Müslümanları yok etmek için her türlü hazırlığı yaparken onlar bu şekilde doğru yaptıklarını zannettiklerinden Müslümanlar hep geriye kalmışlardır. Oysa sahabe hayatın her alanında İslam şeriatı ölçülerinde gerekeni yapmışlardır. Evlenmişler, ticaretle meşgul olmuşlar, zengin olanları da olmuş, ibadet etmişler, savaşmışlar, canlarını ve mallarını İslam uğruna harcamışlardır.

            Dikkat edilmesi gereken bir husus da hayatın akışı içerisinde belirli zamanlarda ve belirli ölçülerde uygulanabilecek sünnetleri hayatın her alanına yaymak ve ölçülerin dışına çıkarak daha fazlasını yaparak Allah Resulünü geçmeye çalışmak fayda yerine zarar getirir. Yukarda geçtiği ve örneklerini başka yerlerde de belirttiğimiz üzere Allah Resulü kendisinden fazlasını yapmaya yeltenen ashabını hep uyarmıştır.

            Peygambere itaat, peygamberin yapmadığını yapmak yada fazlasını yapmaya çalışmak hakkında Allah (c.c.)’ın ayetlerine dikkat edin:

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اَطيعُوا اللّهَ وَاَطيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُمْ

“Ey imân etmiş olanlar!. Allah'a itaat ediniz ve Peygambere itaat ediniz ve amellerinizi iptâl etmeyiniz.”[6]  

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ

 

“De ki: Eğer Allah Teâlâ'yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah Teâlâ'da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın. ve Allah Teâlâ gafurdur, râhimdir.”[7]

قُلْ اَطيعُوا اللّهَ وَالرَّسُولَ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرينَ

“De ki: Allah’a ve Resûlullah’a itaat ediniz.  Şayet yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”[8]  

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّهَ وَمَنْ تَوَلّى فَمَا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفيظًا

“Her kim Peygambere itaat ederse muhakkak Allah Teâlâ'ya itaat etmiş olur. Ve her kim yüz çevirirse aldırma çünkü seni onların üzerine muhafız göndermedik.”[9]

 

Peygamberin sünnetine tabi olan için nefis tezkiyesini sağlayacak sünnetler yeterlidir. Bunu yeterli görmeyenler Allah dini tamamladığını bildirdiği halde yaptıkları davranışları savunurlarsa Allah’ın dininde eksiklik iddiasında bulunmuş olurlar. O halde bütün İslam dışı davranışlardan uzaklaşmak gerekmektedir. Çünkü ayette geçtiği üzere amellerimiz iptal olabilir.

 

 

Mus'ab KÖYLÜOĞLU


 

[1] En’am -52

[2] Kehf- 28

[3] Bakara -273

[4] Haşr - 8

[5] Hayatüssahabe’den İbn Sad III/394 (Ebu Burde’den) – Kenz VIII/305 (Abdurrezzak, Urve’den)

[6] Muhammed 47/33

[7] Al-i İmran 3/31

[8] Al-i İmran 3/32

[9] Nisa 4/80

Kuran-ı Kerim Radyosu
 
Kuran-ı Kerim Radyosu

Hadis Köşesi
 
Dua Köşesi
 
Namaz Vakitleri
 








PEYGAMBERLER TARİHİ
www.dostyurdu.com

 

TARİHTE BUGÜN
Sitene Tarihte Bugün

 
Bugün 3 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol